Sıradışı bir dönemden geçiyoruz. Covid-19 adlı bir virüs tüm dengeleri değiştirdi. Belirsizlik hakim. Tek belli olan artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı. Virüs korkutucu. Bulaştığı kişiyi nefessiz bırakma pahasına çoğalmaya çalışıyor. O kadar bilinçsiz ki sayesinde var olabildiği organizmayı bile yok edebiliyor! Laboratuvarda mı üretildi, kendiliğinden mi oluştu bilmiyoruz. Bu konudaki komplo teorileri yabana atılmamalı ve sürecin yol açacağı sonuçlar değerlendirilirken göz önünde bulundurulmalı. Dikkat çekmek istediğim salgının farklı bir boyutu. Sanki insanlık olarak ev hapsiyle ve izolasyonla cezalandırılmış gibiyiz. Tüm dünya yavaşlamak zorunda kaldı. Suçumuz neydi peki? Biyolog Edward Wilson diyor ki, "Biz insanlar dünyaya ayak bastık ve burayı kendi alanımız olarak belledik. Evrimin galipleri olan bizler, yani insan türü; çevremizdeki mucizevi güzellikleri teker teker yok ediyoruz. Doğal yaşam alanları gitgide küçülüyor, canlı türleri hızla yok oluyor." Suçumuz doğayla uyum içinde yaşamamak olabilir mi?
Salgın nedeniyle tüketimin azalmasıyla çevre kirliliği azalıyor. Gezegen sanki arınıyor! Salgın öncesinde küresel ısınmanın yıkıcı etkilerinin geri dönülemez boyuta ulaşmasına aylar kaldığı ifade ediliyordu, hatırlayalım. Bu açıdan bakıldığında sanki dünyaya musallat olmuş virüsler biziz ve aşısı da korona! Görebilenler için bu virüs aç gözlülüğümüze ve bilinçsizliğimize ayna tutuyor. Yaşamlarımızı sorgulamamız ve alışkanlıklarımızı değiştirerek dönüşmemiz için bize bir fırsat sundu. Bu belki de yaşamın sürebilmesi için son fırsatımız.
Tyler Durden karakterinin Fight Club'daki sözlerini hatırlayalım.
“Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar bizi arabaların ve giysilerin peşine düşürdü; ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz.” Tanıdık geliyor mu bu sözler? Okyanus canlıların içinde bile mikroplastiklere rastlanıyor. Bu bilinçsiz tüketimi sürdürebilmek için dünyanın kılcal damarları olan dereleri bile HES’lerle kurutuyoruz. Gezegenimizi toksinlerle zehirliyoruz. Para kazanmak için sağlığımızı harcıyoruz ama sağlığımızı para harcayarak geri kazanamıyoruz. Kısacası dünyayla birlikte kendimizi de öldürüyoruz.
Virüsün başka bir faydası da gerçekleri hatırlatması. Örneğin en gerçek yol göstericinin bilim olduğu görüldü. Tüm insanlığın birbirine bağlı olduğu hatırlandı. Bunun bilincinde olan Atatürk gibi insanlığın gerçek liderlerinin değeri anlaşıldı, diyor ki:
"Milletleri yönlendiren ve yöneten adamlar, elbette öncelikle ve öncelikle kendi milletinin varlığının ve mutluluğunun nedeni olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek gerekir. Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir."
Evet bir kriz yaşıyoruz. Krizin asıl anlamı bir hastalığın dönüm noktası demektir. Ya hastalıklarımızı iyileştireceğiz, ya hep beraber yok olacağız. Krishnamurti'ye kulak verelim.
“Kriz bir bilinç krizidir. Eski kuralları, eski kalıpları, eskiden kalma gelenekleri artık kabul edemeyen bir kriz. Ve bütün acısı, çatışması, yıkıcı acımasızlığı, saldırganlığıyla dünyanın ne halde olduğuna bakıyoruz. İnsan hala eskiden olduğu gibi acımasız, vahşi, saldırgan, açgözlü, rekabetçi ve bu çizgiler üzerine bir toplum inşa etti. Her şeyi olduğu gibi kabul etmemek fakat anlamak için, içinde olmak için, incelemek için, bütün kalbinizi ve aklınızı, sahip olduğunuz her şeyle birlikte, keşfetmeye verin! Farklı yaşamanın bir yolu… Fakat sadece size bağlı ve asla bir başkasına değil. (…) Ve anlamak olanı dönüştürmektir." Dönüşmek ve durumu değiştirmek istiyorsak, kendimize ve dünyaya yaptıklarımızı anlamalıyız!
Salgının dikkat çekmek istediğim bir başka boyutu da salgından daha hızlı yayılmakta olan korku olgusu. Kronikleştiğinde virüsten daha yıkıcı etkileri olabilen korkuyu anlamak zorundayız. Korktuğumuzda bilinçli muhakeme yapamadığımızı fark etmek zorundayız. Kendi korkularını bastırabilmek için korku salarak, bölerek, kutuplaştırarak yönetenlerin alçalışlarının bilincinde olmalıyız! Salgından mal kaçıran fırsatçıların, salgın sırasında doğa koruma alanlarını madenciliğe, içme suyu havzaları koruma kuşağını, termik santrallere açan virütik zihniyete karşı uyanık olmalıyız. Ezelden beridir hür yaşamış, nura doğru can atan, korku bilmez soyumuzun da bilincinde olmalıyız! Ve cesareti de anlamalıyız. Stefano D'Anna'nın dediği gibi “Korku kapıyı çaldı. Cesaret açmaya gitti. Kapıda kimse yoktu.” Cesaret (courage), Latince’de ‘cor’ yani ‘kalp’ kelimesinden gelir. Prof. Brene Brown'a göre asıl anlamı, kendi hikâyeni tüm kalbinle anlatabilmen demektir. Brown'ın cesaret ve kırılganlık arasında kurduğu ilişkisi değerli. "Kırılganlık, kazanmak veya kaybetmekle ilgili değildir. Sonucunu öngöremediğin bir konuda, kendini gösterebilme cesaretini sergilemektir. (…) Ve inanıyorum ki kırılganlık, bizim cesaret için en kesin ölçütümüz. İncinebilir olmak, başkaları tarafından görülmeye izin vermek, dürüst olmak." Brown ekliyor, “Acıdan ve korku alanından yöneten gelişmemiş liderler yerine, kendilerini yürekli, içten liderliğe adamış ve kalpten yönetmeye yetecek kadar kendini bilen liderlere son derece ihtiyacımız var.”
“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” derken Mevlana, kırılgan olabilme cesaretini kastetmiş olabilir mi? Olduğumuz gibi görünmekten, göründüğümüz gibi olmaktan alıkoyan nedir bizi? Olmamızı engelleyen nedir? Hikâyemizi tüm kalbimizle anlatmamızı zorlaştıran nedir? Korkularımız… Bakmalıyız korkularımıza, yüzleşmeliyiz korkularımızla ve anlamalıyız korkuyu.
Ulu önderin öğütlediği gibi “Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça, bulduğumuza inandıkça, ifade etmeye cesaret eden adamlar olmalıyız.”
Tao Te Ching'in 50. bölümünde denir ki,
“Nasıl yaşanacağını bilen,
Korkusuzca geçer ormandan,
Gergedandan kaplandan korkmadan.
Savaşır meydanlarda yaralanmadan.
Boynuzunu geçirecek yer bulamaz onda gergedan
Kaplanlar pençeleyecek yerini bulamaz,
Ve delecek yerini bulamaz kurşunlar.
Nedendir?
Çünkü ölümün girebileceği hiçbir yeri yoktur.”
M.Ö. 4. yüzyılda yapılmış, tarihin en eski sağlık merkezlerinden Bergama’daki Asklepion’un girişinde “Ölüm Buraya Giremez” yazıyordu. Nasıl yaşanacağını bildikten sonra vezir Tonyukuk'un dediği gibi “düşman çok diye niçin korkacağız? Sayımız az diye niçin yenilecek mişiz ki?”
O halde “Ya İstiklal Ya Ölüm”!
Comments